Türkiye Ekonomisinde son yıllarda belli sorunların varlığı konusunda genel bir uzlaşı mevcut. Ancak her kesim sorunların nedenleri konusunda farklı bir görüş dile getiriyor. Nedenler üzerinde anlaşılamadığı için çözümler için de her kafadan bir ses çıkıyor.
Bu yazım tarafsız ve objektif bir bakış açısı ile ekonominin sorunlarını analiz etmeyi amaçlamaktadır. Temel faktörleri analiz etmeye hep beraber başlayalım.
- Türkiye Ekonomisinin temel problemi yıllara yaygın yüksek cari verilmesidir.
Türkiye Ekonomisi özellikle 2002 sonrasında yüksek cari açık vererek, büyümenin muhafaza edildiği bir politika ile yönetilmektedir. Türkiye’nin 2000-2017 arasında tam 555.1 milyar USD cari açık verdiğini düşünürsek, bu sorunun büyüklüğünün ne kadar tartışılmaz olduğunu anlayabiliriz.
Cari açık temel anlamda bir ülke ekonomisinde verilen tasarruf açığıdır. Ülke ekonomisinin belli dönemlerde cari açık vermesinin zararı yoktur. Yeter ki, o ülke bu cari açığı ileride cari fazla üretmek için yatırımlar, ürün geliştirme ve teknoloji için vermiş olsun. Ne var ki Türkiye 2001 yılı hariç bu dönemde hiçbir zaman cari fazla (artı 3.76 milyar USD) vermediği gibi, cari açığın daraldığı dönemler her zaman krizlerin yaşandığı yıllar ve krizden sonrası (2002 ve 2009) ilk yıllardır.
Yüksek ve birikimli devam eden cari açığın sonu her zaman döviz kurlarındaki kontrolsüz artış, ardından gelen döviz likidite krizi ve ardından büyümeye gelen sert frendir.
- Birikimli giden cari açık reel sektörde önemli bir yabancı para kısa pozisyon yaratmıştır.
Birikimli giden cari açığın bir yan etkisi de kamu ve/veya özel sektörün üzerinde biriken yabancı para kısa pozisyon hesabıdır. Türkiye’nin toplam net uluslararası pozisyonu 2017 yılı sonunda -455.4 milyar USD, 2018 Mart sonunda ise -443.7 milyar USD’dır. Bu tutarları 2017 itibari ile 851 milyar USD büyüklüğündeki GSYH ile kıyaslarsak, oransal anlamda tehlikeli bir eşikte olunduğu görülecektir.
- Türkiye bu kadar yüksek cari açık ve yabancı kaynak finansmanına rağmen küresel ölçekte rekabetçiliğini geliştirememiştir.
World Economic Forum, her yıl ülkelerin nispi rekabetçilik konumlarını belirten “The Global Competitiveness Report” isimli ayrıntılı bir rapor yayınlar. Türkiye 2017-2018 raporunda 53. sırada yer almıştır. Türkiye’nin G20 ülkeleri içinde yer almasına rağmen, rekabetçilik endeksinde bu kadar geride yer alması önemli bir soru işaretidir. Türkiye, 2001 krizinin etkilerine rağmen endekste 2001 yılında da 54. sırada yer almıştır. Demek ki bu kadar yüksek tutarda verilmiş cari açık ve alınmış olan borç ülkenin rekabetçiliğinin gelişmesine pek bir etki etmemiştir.
- Yüksek büyüme, yüksek cari açığı ve enflasyonu beraber getirmiş ama işsizlik oranlarına pek bir etkide bulunmamıştır.
Türkiye 2016 yılı hariç, son yılda göz alıcı bir GSYH büyümesi ile yoluna devam etmiştir. 2014 yılında %5.2, 2015’te %6.1, 2016 yılında %3.2 ve 2017’de %7.4 büyüyen ekonomi aslında fazlaca ısınmış ve bu ısınmanın ilk etkisi cari açık ve enflasyon üzerinde gözlemlenmiştir. Son 4 yılda verilmiş olan cari açık tutarının yaklaşık 156 milyar USD olduğu düşünülürse, arabanın virajda artık savrulmaya başladığı açıkça gözlemlenmektedir.
Yüksek oranlı GSYH büyümesinin bir etkisi de enflasyon üzerinde gözlemlenmektedir. 2014 yılında yılsonu Yİ-ÜFE %6.36, TÜFE %8.17 iken bu oranlar derece derece yükselerek 2018 Nisan itibari ile Yİ-ÜFE’de %16.37 ve TÜFE’de %10.85 oranlarına ulaşmıştır.
Resmi işsizlik oranları ise 2018 yılında %11 düzeyine nerdeyse değmiş durumdadır. Demek ki, yüksek büyüme modelimiz cari açık ve enflasyon yarattığı gibi; işsizlik ve rekabetçilik gibi konulara pek bir fayda sağlayamamaktadır.
- TL’nin değer kaybına rağmen cari açığın küçülmemesi önemli bir sorunu işaret etmektedir.
TCMB’nin yayınladığı en önemli istatistiklerden biri de reel kur endeksidir. Reel kur endeksi, TL’nin içsel değer kaybı ile (enflasyon, TÜFE) dışsal değer kaybının (USD ve EUR kur sepeti karşısındaki değer kaybı) beraber ölçerek; TL’nin doğru değerde olup olmadığını ölçer. TCMB bu gösterge oluşturken 2003 yılını çapa olarak almıştır. Göstergedeki 100 değeri TL’nin, enflasyon ve kur sepetine karşı değer kaybının tam dengede olduğunu gösterir. Yüzün üzerindeki değerler TL’nin kur sepeti karşısında olması gerektiğinden daha değerli, 100’ün altındaki değerler ise olması gerektiğinden daha değersiz olduğunu belirtir.
Nisan 2018 itibari ile ise reel kur endeksi 81.71 değerini göstermektedir. Yani TL’nin değeri kur sepetine göre neredeyse olması gerektiğinin yaklaşık %18 altındadır. Cari açık ise Ocak-Mart 2018 döneminde -16.4 milyar USD’dır. Bu rakam Ocak-Mart 2017 döneminin nerdeyse iki katıdır.
Teori bize, TL’nin değersizleşmesinin ihracat ve ithalat arasındaki makası kapatmaya etkisi olması gerektiğini söylüyor. Ne var ki, teorinin tersine cari açık hem mutlak değer olarak büyüyor, hem de cari açığın oranı GSYH’ye nispeten artıyor. Bu eğilim bize TL’nin dışsal olarak daha da değer kaybedeceğini (ceteris paribus) gösteriyor.
Bu ters eğilimin nedeni şudur. Türkiye 2008-2013 döneminde bol ve ucuz paranın uyuşturucu etkisi ile dünya çapında rekabetçi olabilecek ve döviz kazandıracak temel alanlara yatırım yapamamıştır. 2013 Taper Tantrum vakası, döviz kazandırıcı alanlara yatırım yapmak için son kırmızı bayrak olmasına rağmen, bu dönemeç de kaçırılmış ve son 5 yıl böyle harcanmıştır.
- KGF teminatlı krediler reel sektördeki sorunları ertelemiş ama çözememiştir.
15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası, reel sektörün karşı karşıya olduğu iç talep yetersizliğinin firmaların nakit akışını bozmaya başlaması üzerine, Kredi Garanti Fonu kurumsal olarak yeniden yapılanarak, piyasaya önemli tutarda kredi kullandırılmasının önünü açmıştır. KGF teminatlı krediler, özel sektör bankacılık sisteminin artan riskleri görerek kredi vermekteki isteksizliğini kıracak bir havuç olduğu gibi; aynı zamanda karlılığı arttırmak açısından da önemli bir fırsat oluşturmuştu. Özellikle 2017 ilk iki çeyrekte KGF teminatlı krediler ödeme-tahsilat zincirindeki bozulmayı engellediği gibi, yüksek GSYH büyümesine yakıt olmuştur.
KGF teminatlı krediler, Türkiye’deki pek çok uygulama gibi hızlı aksiyon ve kısa vadeli çözümlere odaklanmasına rağmen, aşağıdaki temel sorunları çözememiş ve hatta derinleştirmiştir:
KGF teminatlı krediler vergi verenlerin kaynağını teminat sisteminin arkasındaki temel güvence olarak alarak, büyük ölçüde vergi vermekten kaçınan küçük ve orta ölçekli işletmelere fayda sağlamıştır. KGF’nin ilk sırada eleştirilecek yönü bu noktadadır.
KGF teminatlı krediler sağlıklı bir serbest piyasa ekonomisinde iş yapamayacak ve elenmesi gereken kurumların hayatını, sağlıklı oyuncuların aleyhine uzatmıştır.
KGF teminatlı krediler aynı zamanda TL mevduat-TL ilişkisini bozduğu gibi, piyasada TL kredilerin fiyatının tüm oyuncular için yükselmesine yol açmıştır. Bu etki de sağlıklı piyasa oyuncuların daha fazla TL kredi faizi ödemesine yol açmıştır.KGF teminatlı krediler küçük ve orta ölçekli kurumlara yeniden yapılanmaları için zaman tanımasına rağmen; bu kurumların çoğu bu kredileri aldığı zaman geçici bir rahatlık hissetmiş ve yapılarını düzeltici hiçbir temel önlem almamıştır. Bu etkinin, 2 yıl sonra, gözlemlenen etkisi ekonomi açısından daha da yıkıcıdır. Çünkü KGF teminatlı kredilere muhtaç olduğu kredi tutarı arttığı gibi, bilançoları tüm olumsuzluklar ile beraber daha da büyümüş, yönetilemez hale gelmiştir.
Bazı bankalar bu kredileri etik olmayan bir şekilde makulün üzerinde çok yüksek karlılık elde etme aracı görmüş, kredileri tam bir “loan shark” gibi kullanmışlardır. Hatta bazı bankalar, sorunlu olabilecek kredilerini bu kredi tipine süpürerek, yüksek riske sahip kredilerini kamu teminatlı hale getirmiştir.
- Para politikası ile maliye politikası ters çalıştığı zaman alınabilecek sonuçlar sınırlıdır.
Türkiye’de son dönemde TL likiditeyi sıkı tutan bir para politikasının yanı sıra çeşitli teşvikler, vergi afları ve kamu harcamaları ile gündemde olan bir maliye politikası eşzamanlı olarak uygulanıyor. Maliye politikası, yatırım teşvikleri, istihdamı arttırma teşvikleri, vergi yapılandırmaları, kamu kaynaklı hibeler ve düşük faizli krediler, KGF gibi reel sektöre doğrudan ve dolaylı kaynak aktaran enstrümanlardan oluşuyor.
Maliye politikasının amacının yüksek büyüme oranlarını muhafaza etmek, işsizliğin artmasını engellemek ve reel sektördeki sorunlu finansal yapının bir likidite krizine dönüşmesini engellemek olduğu anlaşılıyor. Diğer bir deyişle Neo-Keynesyen bir politika uygulanıyor.
Kamu tarafında da genişlemenin sınırlarına ulaşılmış durumdadır. Toplam merkezi borç stokunun GSYH’ya olan oranı %28 gibi en son derece makul düzeyde olmasına rağmen; eldeki en sağlam gösterge olan kamu borçluluk oranının daha da yükselmesi orta ve uzun vadede başka sorunlar yaratabilecektir.
Bu politikaların sonucu olarak ortaya çıkan yüksek enflasyon ve kur sepetindeki kontrolsüz artışın çözümü TCMB üzerinde kalmıştır. TCMB’nin bağımsızlığı konusu Türkiye’de çok tartışılmasına rağmen, Merkez Bankası tam bağımsız olarak hareket etseydi bile, zaten para politikasına tamamen zıt çalışan bir maliye politikası karşısında başarılı sonuç alamayacak idi.
- TCMB’nin para politikası yeniden gözden geçirilmedir.
Türkiye’de erken seçim kararı alındığından beri döviz-TL piyasalarında önemli bir dalgalanma başladı. Özellikle 30 Nisan’dan döviz sepetinin artışı hızlandı.
Merkez Bankası bu artışa çeşitli tarihlerde, farklı enstrümanlar ile müdahale etti:
25 Nisan 2018 tarihinde GLP faiz oranı %12.75’den%13.5 oranına arttırıldı. Diğer bir deyişle TL faizler yükseldi. USD/TL kapanışı 4.1025 olarak gerçekleşti.
7 Mayıs 2018’de ROK döviz imkan oranı üst sınırı %55’den %45’e düşürüldü.USD/TL kapanışı 4.2570 düzeyinde oldu.
9 Mayıs 2018’de döviz-TL swap ihale tutarları yükseltildi. Ayrıca 2018 yılı 2. çeyrekteki vadeli döviz satım tutarları yükseltildi. USD/TL kapanışı 4.3122 olarak gerçekleşti.
23 Mayıs 2018’de GLP faiz oranları %13.5’tan %16.5’a yükseltildi. USD/TL kapanışı 4.6077 oldu.
24 Mayıs 2018’de 2018 yılı 2. Çeyrekteki vadeli döviz satım tutarları yeniden yükseltildi. USD/TL kapanışı 4.7180 oldu.
25 Mayıs 2018’de TCMB kaynaklı reeskont kredilerine geri ödeme kuru 31 Temmuz 2018’e kadar USD/TL için 4.20, EUR/TL için 4.90 olarak sabitlendi. USD/TL 4.7120 ile kapandı.
28 Mayıs 2018’de TCMB 1 haftalık repo faizini politika faizi olarak ilan ederek kendi deyimi ile sadeleşme adımını attı. USD/TL kapanışı 4.5814 oldu.
Fırtına gibi geçen Mayıs 2018 döneminde TCMB; ROK, USD-TL swapları, TL faiz artışı, vadeli döviz işlemleri yolu ile defalarca piyasaya müdahale etti. Bu müdahaleleri ne var ki hep piyasanın gerisinden geldi ve parça parça yapıldı. Özellikle 9 Mayıs ve 23 Mayıs arasında yapılan sözlü müdahaleler pek bir işe yaramadı.
Eğer reel sektörün yüksek bir yabancı para kısa pozisyonu olmasaydı, döviz sepetinin artışına yavaş bir şekilde müdahale edilmesini bir tercih meselesi olduğu düşünülebilirdi. Ancak yabancıların artan kur nedeni ile carry trade pozisyonlarının zarar etmesi ile beraber kontrolden çıkabilecek olan kur ancak ve ancak 23 Mayıs’ta dizginlenebilmiştir.
Hâlbuki USD/TL 3.90 düzeyinde iken bu önlemler topluca alınabilseydi, piyasadaki bozulma bu ölçekte olmayacaktı.
Bundan sonrasında mutlaka makul bir büyüme ve cari açık hedefi belirlenerek, kamu maliyesi tarafında gevşemenin sona erdirilmesi yönünde adımlar atılmalıdır.
- İnşaat ve yapı sektörüne dayalı büyüme modeli de doğru uygulanamamıştır.
Bir inşaat mühendisi olarak, Türkiye’de inşaat ve konut sektörünün her zaman stratejik önemdeki sektörlerden biri olduğuna inanıyorum. Ancak bu kadar önemli bir sektöre dayalı büyümede çok önemli hatalar yaptık.
Bu hataların en önde geleni İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerdeki yapı stokunun orantısız bir şekilde arttırılması oldu. Büyükşehirlerde yapı stokunun büyümesi ile trafik başta olmak üzere hava kirliliği, gürültü, temiz ve atık su altyapı eksikliği gibi sorunlar büyümüştür. Özellikle bu büyüme ile ortaya çıkan sorunların çözümü için birçok pahalı proje hayata geçirilmek durumunda kalmıştır. Eğer İstanbul 8-9 milyon kişilik nüfusa sahip olsaydı, 3. Köprü veya Avrasya Tüneline gereksinim duyulur muydu?
Aslında yapılması gereken İstanbul’da sadece kentsel dönüşüm için ilave imar hakkı vererek, bu kritik deprem bölgesindeki binaların dönüşümünün sağlanması idi. Böylece hem yapı stoku yenilenmiş olacak, hem inşaat sektörü vasıtası ile büyümeye katkıda bulunulacak hem de nüfus artışı daha kontrollü olarak sağlanacak idi. Ama bu yapılmadı. Bunun yerine dış finansmanın hem inşaatı hem de konut kredilerini finanse ettiği ve kredi büyümesinin varlık fiyatlarını yükselterek inşaat sektörünün canlı tutulduğu bir model benimsendi. İmara açılmamış alanlar ve kamu arsaları da bu modelin yakıtı oldu. Bu model 2002-2013 arasında kamu başta olmak üzere tüm taraflara kazandırdı. Fiyatlar devamlı yükselirken herkes halinden memnundu.
Ancak bu şekilde büyüme bazı sorunları ortaya çıkardı:
Kredi genişlemesi durduğu anda varlık fiyatları ilk önce durdu sonra gerilemeye başladı. Fiyatlar yükselirken İstanbul’daki metrekare fiyatları Avrupa’nın metropolleri ile gülünç bir şekilde karşılaştırılıyordu. Ne de olsa potansiyel alıcılar için bir havuç gerekiyordu. Bu havuçları alanların sosyal donatısı mükemmel, toplu taşımanın İsviçre saati gibi işlediği, yüksek katma değer değer üreten bu Avrupa şehirleri ile havası egzoz kokan, toplu taşımanın dolmuş ve halk otobüsleri ile tamamlandığı, tiyatro ve opera gibi kültürel olanakların istisna olduğu, sokaklarının güvenli olmadığı İstanbul ile hangi mantık ile kıyasladıklarını hiçbir zaman anlayamadım.
İnşaat sektörü kullandığı girdiler ile doğrudan ve dolaylı bir şekilde cari açığı arttıran bir sektördür. Diğer yandan sektörün yarattığı döviz kazancı (yabancılara satışlar) bu açığı dengelemekten çok uzak oldu.
Sektördeki hızlı büyüme birçok büyük ama içi finansal ve yönetimsel anlamda boş olan çok sayıda firma oluşturdu. Bu firmalar reel sektördeki toplam kaliteyi aşağıya çekerken, reel sektörde üretimden satış gibi daha zor ve uzun vadeli bir iş stratejisi kurmak yerine kısa vadede rant paylaşımı ile yüksek kar elde etmek gibi yanlış bir örnek oluşturdular.
Bu eğilim aynı zamanda bankacılık sektörünün kredi kalitesini genel anlamda bozmaya başladı. Bankacılar hiçbir zaman şu soruyu kendilerine sormadılar: Ülkemizin 40 yıla yakın geçmişi olan köklü müteahhitlik grupları (Enka, Tekfen, Gama, Güriş, vs.) 2002-2018 döneminde konut ve yurtiçi inşaat furyasına pek ilgi göstermezken; ismini 10 yıl öncesine kadar duymadığımız türlü firmanın birbirleri ile yarışırcasına bu sektöre girme nedeni nedir?
2002-2018 döneminde konut ve yapı sektöründeki büyüme, sektöre mühendislik “know-how”’ı getirmedi. Son derece basit mimari ve statik projeler, kamunun sağladığı imar izinleri ve yapı finansmanı birleşerek; büyükşehirleri beton ve camdan oluşan hiçbir özelliği olmayan bina cangılı haline getirdi. Burada da şu soruyu sormakta fayda var: Ülkemizdeki büyük ve teknik projelerin (Havaalanı, tünel, otoyol, köprü, deniz altı geçiş, vs.) en kritik safhalarında neden halen İtalyan, Fransız, Japon, Alman, ABD’li firmalar yer alıyor? Bu sorunun yanıtı çok basittir. Biz belli bir yüksekliğe sahip konut ve ticari yapıları inşa etmeyi mühendislik sayarken, esas mühendisliği ve mimarlığı yapan yabancı firmalara ton ile gelir aktarıyoruz. Türk firmaları ise bu projelerde nitelikli taşeronluk yapıyor.
İnşaat sektörü tabanlı büyümeyi, yalnız büyükşehirlerdeki mevcut yapı stokunu dönüştürerek yapmış olsaydık, bugün deprem dayanımı ile enerji korunumu anlamında çok daha kaliteli bir yapı stokuna sahip olacak, pek çok devasa projeye de kaynak ayırmamış olacak, bu projelerin yarattığı ekonomik dışsallıkların da bedelini ödemeyecektik. Üstelik kaliteli bir şekilde yaşanabilir şehirlere sahip olacaktık.
- Türkiye’nin nüfus yapısı iyi bir eğitim stratejisi ile ileriye gitmesi gerekirken; göçmenlerin etkisi ile Türkiye’de bir demografi sorunu oluşmuştur.
Türkiye’deki en önemli sorunlardan biri de demografik yapıdaki eğilimlerdir. Başarılı bir ekonominin temeli, iyi eğitilmiş ve birbiri ile dayanışma içinde olan, birbiri ile sürtüşmeyen bir nüfus yapısına dayanır.
Türkiye’de 1946 yılından itibaren siyasi, sınıfsal ve toplumsal çatışmalar bu ülkenin enerjisini fazlası ile tüketmiştir. Bu süreçte yaşanmış olan askeri müdahaleler ise sorunu çözmemiş, aksine sorunları daha da ağırlaştırmıştır.
Türkiye’nin bugünkü nüfus yapısı Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması ile kendisine bu toprakları son vatan olarak kabul eden insanların torunlarından oluşmaktadır. İmparatorluk parçalanırken; savaşlar, salgın hastalıklar, isyanlar, etnik temizlikler ve açlık ile nüfusun önemli bir kısmını kaybetmiş, kalanlar ise Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.
Başarılı ülkelerin en önemli demografik yönde stratejisi; tüm vatandaşlarına eşit davranması ve iyi eğitimli, ahlaklı ve birbiri ile dayanışma içinde olan bireyler yetiştirmesidir.
Türkiye Cumhuriyeti bu önemli demografik stratejiye iyi niyet ile başlamış ancak sonrasını getirememiştir. Türkiye yaklaşık 70 yıldan beri eğitim, ahlaklı birey yetiştirme, toplumsal barış anlamında ileriye gitmemiş, hatta belli yönlerden geriye dahi gitmiştir
Türkiye’nin bu önemli sorununu son yıllarda ülkemize gelen, sayıları beş milyona ulaşmış göçmenler daha da büyütmüştür. Bu göçmenler Irak, Afganistan, Suriye gibi Türkiye’ye göre çok daha geri kalmış ülkelerden gelen bu insanlar, bugün şehirlerimizde hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Türkiye’de kişi başı verimlilik zaten son derece düşükken, bu sorun göçmenlerin nüfusumuza ilave olması ile daha da ağırlaşmıştır.
Büyük sayıda göçmenlerin varlığı aynı zamanda ekonomik bazı göstergelerin de hatalı hesaplanmasını getirmektedir. Örneğin göçmenlerin yaratmış olduğu katma değer toplam GSYH içinde yer alırken, kişi başı GSYH hesabında göçmenleri sayısı paydaya eklenmemektedir. Gerçek anlamda göçmenler de ilave edildiğinde, Türkiye’nin kişi başı GSYH rakamı gerçek anlamda görünenden daha düşüktür. Eski bir deyişle biz daha şekerli bir çay içmek için çaya şeker katıp, çayı taşıracağımıza, çaya su katıp şekerli çayı seyreltmeyi becerebilmişiz.
Sonuç olarak Türkiye’nin ekonomik sorunları birinden tam bağımsız olmayan pek çok faktöre dayanmaktadır. Bu sorunların bazıları son yıllarda ortaya çıkmış olsa da, örneğin sanayi rekabetçiliğindeki sorunlar 1990’lı yıllara; belli demografik sorunlar ise 1940’lara kadar dayanmaktadır.
Tüm mesele seçimlerden sonra Türkiye’nin alacağı önlemlerin kapsamı ve derinliğidir. Bazı ekonomistler seçim sonrası IMF ile “stand by” anlaşmasına gidilmesini önermektedir. IMF’in klasik reçetesi (makul oranlı büyüme, iç talebin baskılanarak cari açığın düşürülmesi, kamu borçlanmasında muhafazakârlık, teşvikler, aflar ve sübvansiyonlu kredilerde frene basılması, vs.) kuşkusuz olarak ekonomi üzerinde hemen olumlu etki yapacaktır.
Ancak IMF reçeteleri bedelsiz değildir. Doğru yol, ekonomik olarak bilimsel ve siyasi kaygılardan bağımsız bir programın seçim sonrasında hemen uygulamaya konulmasıdır.
Burak Köylüoğlu
https://www.stratejivefinans.com