BATIKKURTARAN

0
1384

BATIKKURTARAN

Şansal Büyüka ile tanıdık kendisini. “Maraton” isimli programda yorumculuk yapıyordu. “Şimdi al Uğur onu geri, yok ileri, biraz geri, iki kare ileri” diyerek 90 dakikalık maçın 180 dakikalık analizini yapıyordu. Ayak topunun beşiği dediğimiz İngiltere’den bile böyle bir babayiğit çıkmamıştı. Tartışmalı pozisyonları tuvalet kağıdı ile yorumladığı oldu. Yeri geldi, ekranlarda cacık yaptı. Boru reklamlarında boy gösterdi. Endüstriyelleşmiş futbolun da “kitlelerin afyonu” olduğunun en güçlü kanıtıydı. Bir programında “Bakirelik yalnız bayanda mı olur? Mesela, hakemin bakiresi olmaz mı? Yani bozulmamış bir hakem..“ diyecek kadar da ileriye gitti.

Tanıdık gelmiştir, bunca aşağılayıcı ve kadın düşmanı ifadelerin kime ait olduğu bellidir.

Yorumcusu bu!

Türk Hava Yolları’nın marifetiyle Barcelona’ya transfer oldu. Türk futbolunun “gurur günü” diye kaydettik hafızalarımıza o anı, “Bayrampaşa’dan Barcelona’ya uzanan başarı hikayesi” temalı yazılar yazıldı uğruna. Gerçek bir mucizeydi bu. Yere göğe sığdıramadığımız “yerli ve milli” topçumuz sağa sola saldırmaya başladı bir süre sonra, takıma uyum sorunu yaşıyordu belli ki.

Hızını alamadı bir türlü. Freni patlayanın nerede duracağını kestiremezsiniz. Milli takım uçağında bir gazeteciye ağır küfürler edip boğazını sıktı. Elinde silahla hastane bastığına da şahit olduk. Serbest düşüş yaşıyordu, Barcelona’dan Başakcity’e dönmek kolay hazmedilecek bir şey değildi. Bir ara ekonomistliğe de soyundu, “Türk ekonomisi çok iyi ama faizler düşmeli” diyerek faiz lobisine savaş açtı, iyi de yaptı. Laf aramızda, dini hassasiyetini de sergilemesi şarttı, takkeli fotoğraflarını paylaşmakta hiçbir beis görmedi, takım ruhuna uyum sağlayamamıştı bir türlü ama zamanın ruhuna hızlıca uyum sağladığı kesindi.

Futbolcusu bu!

1-1 biten Mersin maçının ardından basına açıklama yapmaya geldi. Dönemin tahammülsüzlüğü hiddet anına denk gelmiş olmalı ki vücudundan önce ileri gidip sonra geriye gelen eliyle işeret ederek “onu çekmeyin, bunu çekin” dedi. Gazetecilere tepkisini böyle gösterdi. Haklıydı, hadsiz gazeteci kesimi böyle bir iletişime müstahaktı. Gelmiş geçmiş en büyük teknik direktörümüz Çeşme’de bir kebapçıyla da hadiseye karıştı ki necip basınımız kimin kimi patakladığını çözmek için aylarca kamera kaydı analizleri yapmak zorunda kaldı.

Teknik adamı bu!

Yayın hakkı, tribünler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye haykırmaya başladığında ses kısan zihniyetin elinde. Federasyonu, güce mesafesi oranında yetkileri olanların yönetiminde. Medar-ı iftiharımız oyuncularının en az dörtte üçü yabancılardan devşirme. Futbolun en yetkili ağzından işittiğimiz gibi kulüplerin hepsi batık, çoğu banka kapısından bile içeri giremez halde. Kulüpleri, transfer simsarlarını zengin etmekten başka bir şey üretememişlerin kontrolünde.

Ligi de bu.

Vodafone Park’ın duvarlarında Cemal Süreya’nın “Bir takım ol. Mesela Beşiktaş gibi. De ki; Şerefim bitene kadar seveceğim seni” dizeleri vardır. Bir spor kulübünün sermayesi insanıdır.

Karagümrük’te başlamıştı fileleri sarsmaya. 1931’de adımını attı siyah-beyazlı camiaya. 1944 yılıydı. Beşiktaş, Harp Okulu ile Ankara’da oynuyordu, maçın ilk yarısını 3-0 yenik kapadı. Devre arasında soyunma odasına en son giren oydu. “Dönüş biletlerinizi yırtarım, İstanbul’a yürüyerek dönersiniz” diye kükredi. İkinci yarıda Beşiktaş 6 gol attı, karşılaşmayı 6-3 kazandı. Oyun esnasında bir anlaşmazlık olursa, hakemin gidip “ne dersin?” diye soracağı kadar dürüsttü. Rakibe yapılan küfürlü tezahüratı tek bir el hareketi ile susturabilecek kadar liderdi. Süleyman Seba’yı alnından öptüğü fotoğrafa bakın, insanı görürsünüz. Yalnızca siyah-beyazlıların değil Türkiye’nin efsanesi oldu.

Baba Hakkı’dır O.

Yıl 1957. Dönemin Fenerbahçe yöneticisi Müslüm Bağcılar bir gazinoda buluştu onunla. Fenerbahce, “büyük transfer” için niyetliydi, astronomik bir teklifi de gözden çıkarmıştı. “Rakamı sen yaz” dedi Bağcılar. Saygılıydı, kibarca geri çevirdi teklifi. Tam o sırada, sarı-kırmızı pankartlarda bugün bile yer bulan şu kelimeler döküldü dudaklarından: “Bizi sevenleri üzmeyelim baba, bizi sevenlere ihanet etmeyelim.” Yalnızca sarı-kırmızılıların değil Türkiye’nin efsanesi oldu.

Taçsız Kral Metin Oktay’dır O.

Ortaokul sıralarındaydı. Mahallenin büyükleri elinden tutup Büyükada Futbol Takımı’na götürdü. Bundan böyle bir bez parçasının değil meşin yuvarlağın peşinden koşacaktı. Çıplak ayakla oynayarak büyümüştü. Bu sayede iki ayağını da eli gibi kullanabiliyor, avuç içinde bile çalım atabiliyordu. Ama onu futbolun çok ötesine taşıyan şey başkaydı. Hayat, tepeden tırnağa bir direniştir. Hem yoksul hem de azınlık olmanın getirdiği dışlanmışlığa karşı yürekli bir mücadeleydi onunkisi. Ada sokaklarında yeşeriyordu umut bu sefer de. Tek seslileştirilmiş medya aramızdan ayrıldığında Diyarbakır’da yaptığı askerliği, milli takım formasıyla Yunanistan’a attığı golü öne çıkarıyordu. Bu kadar sığdı. Halbuki o bu topraklara olan sevgisini futbolu çok güzel oynayarak ispatlamıştı. Layık olduğu şekilde hatırlanacaktı zaten hep: “Ver Lefter’e, yaz deftere.” Yalnızca sarı-lacivertlilerin değil Türkiye’nin efsanesi oldu.

Ordinaryüs Lefter Küçükandonyadis’dir O.

Ülkece seferber olduk iflas etmiş futbol kulüplerini, betoncuyu kurtarmak için. Mesele ne futbol ne de beton oysaki.

Son söz: “Bir zamanlar diyordum ki: Bu Türktür, bu Bulgardır ve bu Rumdur… Şimdi iyi mi kötü mü yalnız ona bakıyorum…Hey zavallı hey. Hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.” Kazancakis (Zorba)

Kaynak; Erkin Şahinöz – erkinsahinoz.com